<meta name='google-adsense-platform-account' content='ca-host-pub-1556223355139109'/> <meta name='google-adsense-platform-domain' content='blogspot.com'/> <!-- --><style type="text/css">@import url(https://www.blogger.com/static/v1/v-css/navbar/3334278262-classic.css); div.b-mobile {display:none;} </style> </head><body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://draft.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d24919536\x26blogName\x3dendi%C5%9Fe\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://hibon.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://hibon.blogspot.com/\x26vt\x3d-5360594913391802653', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

hafıza

Pazar, Ağustos 30, 2009


ne zaman, hangi kitabı okurken başıma gelmişti onu hatırlamıyorum ama bu ilk defa olmuyor. kitabın ilk 20-25 sayfasını okurken içimi belli bir tanışlık, aşinalık duygusu kaplıyor önce. sonra aşinalık yerini şüpheye bırakıyor takip eden 10 sayfa boyunca. bir noktada kaçınılmaz olarak kitabı daha önce okuduğumu fark ediyorum. emin olamıyorum a da hafızamın zayıflığına ikna olmak istemiyorum ama durum net bi şekilde ortada. oysa kitabı bir ay önce kitapçıdan almışım. ne zaman okudum ve kimin kitabını okudum öyleyse? cevabı bulamıyorum. sadece o da değil, kitabı okuduğumdan neredeyse eminim artık ama bir sonraki sayfada ya da genel olaylar dizisinde neyin nasıl gelişeceği konusunda da en ufak bir fikrim yok. kitabın öncesizliği, beni şimdiki okuma anına iyice bağlıyor. kaçışıma da çok uygun düşen bir ruh hali bu. düşünmek istemediğim şeyi unutabileceğimi vadeden bir işaret. zayıflığımın bana kattığı bir güç ve önüme serdiği olanaklar. şu andan kurtulup sadece kitabın şimdisinde kaybolmak istiyorum.

posted by hibon
11:01

0 yorum

göz

Perşembe, Ağustos 27, 2009


anlaşılmak zor zanaat. anlaşılam ihtiyacını dile getirmek daha da zor. hele ki bunu blog gibi başkalarının da okuyabileceği bir yerde kendini çok açık etmeden bu başkalarının pek de anlamayacağı şekilde yapmaya çabalamak. bu gene de karşı konulması güç bir eğilim. ne de olsa ima edilen şeyi anlayacak en az bir kişi hep var. ya da anlamasa da sorabilecek ve sorusuna cevap alabilecek biri ya da birileri. geriye de anlamayacak ve meraklandıklarıyla kalacak bir insanlar topluluğu kalıyor. ama gene de sempati duyabilir ve bilmedikleri mesele her neyse onun çözümlenmesi içtenlikle dileyebilirler. belki bunun için benim okuduğum ve kişisellikten tamamen uzak olmayan blog yazarlarının, benim için üstü kapalı ve anlaşılmaz olan ama aslında birilerinin anlaması için yazdıkları zamanlar oluyor. anlaması gereken kişi, kişisel olduğu su götürmez derdini başkalarının görüşüne kısmen açarak ya da varlığını yazılı ortamda onaylayarak bir anlamda okurlarının anlama çabalarının da desteğiyle, başka gözlerin ne gördüklerini aslında bilmeyen görüşleriyle bir tür kavrayışa ulaşmaya çalışan yazarın kendisi de olabilir. ya da bu ne gördüğünden bihaber görüşlerin arasında gördüğünden haberdar olan ve zaten olması gereken kişi ve kişilere konumlarının farklılığını hissettirerek "o kim olduğunu biliyor" demenin bir yolu bu. ama bir anlık bir refleks olmadığına inanıyorum. ardında güçlü bir anlaşılma ve birşeyler anlatma ihtiyacı olmadan bir derdin iması dahi zor.

posted by hibon
16:41

0 yorum

akıl

Salı, Ağustos 25, 2009


posted by hibon
10:44

0 yorum

expert

Pazartesi, Ağustos 24, 2009


aşağıda gördüğünüz mükemmel şemadan da anlaşılabileceği üzere, kendi elinizdeki olanaklarla bilgisayarınıza müdahale etmek çok da zor değil. ben bizzat "local computer expert" statüsüne ulaşmış bir insan olarak bu becerinin insanın kolunda altın bilezik olduğunu herkeslere anlatmak, insana yaşattığı manevi tatmini sizlerle paylaşmak adına xkcd'den alıntıladığım bu şemayı blogumda yayınlama ihtiyacı duydum.


posted by hibon
10:47

0 yorum

LL

Cumartesi, Ağustos 22, 2009


blog dolanırken dünyanın en etkili 100 entelektüeli (ya bu arada biz şu entelektüeli F. Kızılok & B. Ortaçgil albümüyle yetişmiş benim gibi insanların gönlünde yattığı gibi iki L ile yazsak ya gene) diye bir ibareyle karşılaştım ve merakıma karşı koyamadım. listedeki bazı isimleri tanırken kimileri bana hiçbir şey ifade etmedi. tabii ki Orhan Pamuk ve Kemal Derviş'i gözden kaçırmak mümkün değildi ve içimde sevinç dalgaları kıpırdanmaya başladı. velahsıl-ı kelam listeyi üstünkörü okudum ve artık nasıl okuyorduysam sayfayı, 2008 listesinde Fetullah Gülen'i ilk sırada gördüğüm zaman açıklamalar kısmına dönmemle bunun aslında oylamalarla oluşturulan bir liste olduğunu sonunda idrak edebildim. o yılın listesinde Orhan Pamuk da büyük atılım yapmıştı allah için. neticede gene iki türk vatandaşıyla, ama bu sefer listenin ilk sıralarında temsil edilmenin haklı gururunu yaşarken, internet başında milli mücadelemizi her türlü "dünyanın ENleri" listelerinde alnımızın akıyla yer alabilmemi için kendi eğlencelerinden, işlerinden, enerjilerinden, arkadaşlarıyla hatta belki çoluğu çocuğuyla geçireceği zamandan fedakarlık ederek sürdüren herkese derin bir şükran duydum. bu insanlar olmasa, türk entelektüellerinin hali nice olurdu? 2009 yılı için oylama yapılmasını ve üzerime düşen görevi yerine getirmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

posted by hibon
11:21

0 yorum

saf

Cuma, Ağustos 21, 2009


sırf kaşrılaşılan bu yaklaşım bile, hükümetin kürt açılımı konusundaki samimiyetinden şüphe edenleri barış ihtimali için saf tutmaya ikna edebilmeli bence. mhp, açılımın başarısızlığa uğrama ihtimali üzerine çok daha güçlü ve katı bir tabana sahip olmak için salyalı tehditler savurabiliyor (ki bu aynı dağa çıkma ifadesinin ikinci ke kullanılışı, ilki bahçeli tarafından) ve bu şekilde bir tutum takınabiliyorsa, bunun akp'nin antidemokratik yapısıyla demokratikleşmeye katkı sağlaamayacağını düşünen sol ile aşağı yukarı aynı dayanaklarla yapıyor. tam da bu yüzden sürece dahil olup onu daha demokratik kılmak, akp'nin bu işi kafasına göre çözmeye kalkışmasına fırsat vermeden kürtlerin temsil edilebilmesini sağlamak zorunluluğu çok açık.

Şandır, Radikal muhabirinin “Yani dağda MHP’li gerillalar mı olacak?” sorusu üzerineyse “Bu ülkeyi bölmek için dağ mücadelesini yeterli görenlere MHP olarak ülkenin birliğini sağlamak için gerekirse 50 yıl mücadele eder, dağa çıkarız. Biz birliği sağlayabilmek için gerekirse dağa çıkarız, ülkemizi savunuruz. Söylediğimiz gayet açık” dedi. (Radikal)

posted by hibon
08:04

2 yorum

koro

Perşembe, Ağustos 20, 2009


posted by hibon
08:45

0 yorum

çobuz

Çarşamba, Ağustos 19, 2009


burada genel seçimler için propaganda dönemi başladı geçen hafta. gerçi adayların ve partilerin kartondan afişleri yaz başından beri elektrik direklerini süslüyordu. ama şu geçtiğimiz haftanın başında almanlar'ın da seçim minibüsleri otobüsleri olduğunu ve hatta biraz önce tanık olduğum üzere seçim cıngılı dahi yaptıklarını keşfetmek benim için şaşırtıcı oldu. elbette ses düzeyi ve sıklığı, türkiye'dekiyle kıyaslanamaz ama gene de işte böyle bir evde olma duygusu veriyor insana. pozitif önyargının gözü kör olsun. sahi türkiye'de hala seçim otobüsleri var mı fıldır fıldır dolanıp o yılın orta düzeyde bir popülariteyi yakalamış şarkılarından bozma cıngılları çalan?

*

mantı yemek kutsal bir paylaşımdır. iki insan kendi tabaklarındaki mantıyı bitirdikten sonra üçüncünün mantısını paylaşıyorlarsa, bu ortaklık duygusunun kutsiyetini hiçbir şey bozamaz. fakat mantı seremonisinde yapılabilecek bir hata varsa, o da bu iki kişiden birinin yanında mantısını onlarla paylaşmayacak bir üçüncüyü getirmesidir. mantının ikiliğini bütünleyen üçüncü, bu koşullar altında yıkıcı bir unsur haline gelir. kahrolsun mantısını paylaşmayan üçüncü kişiler.

*

sigarayı bırakmaya çalışırken bu konuda son derece deneyimli olan sevgilime güvenip onun benden önce bırakmasının da gazıyla, gelmeden önce harekete geçtim ve blue in the face'teki jim jarmush kadar dramatize etmeden son sigaram olduğu bilinciyle bir tane içip başka da paket almadım. her ne kadar benim özellikle de zamanlamasıyla ilgili başlangıçta kafam karıştıysa da kendisi aslında çok açık olduğunu bana daha sonradan gösterdiği birtakım işaretlerle bana sigaraya tekrar başladığını ifade ettiğinden beri işler iyice zorlaştı. sanırım ben de sigara bırakma konusunda,düzenli çalışmaya ve kendini tekrarlayan pratiğe dayalı bir deneyim geliştirme yolunda ilerliyorum.

*

sosyalleşme pratiğimi öylesine kaybetmişim ki, bugün ev arkadaşım beni şehrimizin almanya standartlarında dahi çok yavaş akan ırmağında "ilm-rafting" yapmaya çağırdığında ona gitar çalışmam gerektiğini söyledim. ilm-rafting'in ırmağın şehrin içinden geçen 1,5 kmlik kısmının yaklaşık iki saatte, plastik deniz yatağı ve koltuğu hatta şişme deniz kızı ve yunusu gibi son derece nitelikli bir ekipman eşliğinde geçeek yapıldığını da belirteyim. hatta benny'nin bu yılki geleneksel rafting şöleni için internetten büyük bir heyecanla ısmarladığı ve kaba etleri 2 saat boyunca suda kalmaktan kurtaracak şekilde düzenlenmiş, ikisi de fosrforlu biri pembe biri yeşil şişme koltuklarından birini seçme şansım dahi vardı. ve ben hayır dedim. yetmedi, eve geldi, ballandıra ballandıra anlattı ve beni rafting ekibiyle mangal yapmaya çağırdı ve ben çok şaşırtıcı bir cevap verdim ona: hayır, teşekkürler. benim gitar çalışmam gerekiyor. yalnız tabi blog yazısı yazmak, gitar çalışmadığını gizlemenin en ideal yolu değil sanırım.

*

eskiden bir fotoğraf çekildiğinde poz vermek daha kolaydı. en azından benim için. asla çok rahat poz verememiş biri olarak şimdi iyice zorlanıyorum bu konuda. çünkü dijital makinaların birsürü avantajının yanı sıra, çekilen şeyi hemen görebilme olanağı, hatta ortaya çıkan imajın neye benzediğini bilebilmenin yarattığı baskıyla görme zorunluluğu işi yokuşa sürüyor. eskiden çekilen fotoğrafın ardından fotoğrafın basılı olarak elimize geçme süresi o anın yapaylığına belli bir gerçeklik katabilecek fırsatı tanıyorsu. oysa şimdi poz verme anının samimiyetsizliği, üzerinden zaman geçip te soğuyamayacak ve kabul edilebilir bir hale gelemeyecek kadar çabucak önümüze geliyor. birkaç saniye önceki samimiyetsiz benle iki hafta önceki samimiyetsiz bene bakmak arasında dağlar kadar fark var. iki hafta önceki yapıştırma gülüş, aray giren zamanla gerçekliğinden kopan ama o an için hakiki bir gülüşten çok da farklı olmayabiliyor. falan filan.

*

klavyemin ertydfgh tuş bölgesinin düzgün basmamasından artık çok sıkıldım ve yazılarımı bin defa düzeltmek istemiyorum. artık böyle.

posted by hibon
19:33

3 yorum

değiş

Salı, Ağustos 18, 2009


kimi hemcinslerimin (ben zinhar öyle birşey yapmam en başından söyleyeyim) sıklıkla düştüğü hata, insan ilişkilerinde hayatlarındaki insanları değiştirebileceklerine inanarak yola çıkmaları. bu tabi ucu çok açık birşey. bir insanda yaratmayı hedeflediğiniz değişikliğin davranışlar ya da düşünceler bazında olması bile çok büyük fark yaratıyor. kadınların bilhassa karşı cinsle ilişkilerde erkeği değiştirme ümidi kadınların genelde kendi yaşam biçimlerinde erkeklere nazaran ve erkekler için daha radikal değişiklikler yapmaya açık olmalarıyla da ilişkilidir herhalde. ama çok açık bir başka gerçek var ki, değişmeye kapalı olmak da karşı tarafı durmu olduğu gibi kabullenmeye ve dolayısıyla aslında kendi belirgin tutumundan vazgeçmeye zorlamaya gelip dayanıyor en son kertede. bunu meşrulaştırmak için kullanılabilecek temellendirme ise herhangi birşey talep etmemeye dayanıyor. yani taraflardan biri, zaten bir şey talep etmeyerek aslında diğer taraftan da talep etmemesini talep etmiş oluyor (taleptaleptalep). bir ilişkide beklentilerin düşük tutulması bile karşılıklı bir sözleşmeye dayanıyor ve eğer sözleşme sağlanabilirse bu noktada beklentisi zaten az olan tarafın lehine bir sonuç doğuyor. değiştirciliğin değil, kabulleniciliğin hegemonyası hüküm sürüyor. oysa, her ne kadar sonuca bir etkisi olmasa da, tıpkı beklentisi yüksek olan taraf gibi düşük olan tarafın da asli amacı herhangi birşey dayatmak değil. peki o zaman beklenti düzeyleri örtüşmeyen ve birbirine asla yaklaşmayan çiftler bir ilişkiyi nasıl sürdürebilirler? ya da taraflardan biri, ilişkinin niteliğini belirleyici unsur olarak algıladığı şey, diğer taraf için kişisel sınırların ihlali anlamına geliyorsa tek taraflı vazgeçiş dışında bir çözüm yolu yok mudur? uzlaşma ve karşılıklılık bunların ideal cevapları sanırım ama uzlşamaya inancı zaten az olan ve her geçen gün azalan, karşılıklılık ilkesine ise hiç inanmayan benim gibi biri için soruların henüz bir cevabı yok. uzlaşma, her tür değişim gibi verilen kararın her sorgulanışında bu seçimin kişinin kendisi tarafından yeniden onaylanmasına dayanıyor ki bu çok zor birşey. kaşılıklılık ise tanrı gibi, fazlasıyla ilahi ve gerçekliğinden asla emin olunamayacak varlığının izine bugüne kadar pek de rastlamadığım birşey, dolayısıyla da ben inanmıyorum. gene de çabalamaya inancım sonsuz. hayatın hiç de adil davrnamadığı her alan gibi insan ilişkilerinde de belli bir eşitlik ve dengenin yakalanabilmesi için istemenin yeterli değilse de asli olduğuna inanıyorum bir de. tam oturmasa da aslında bir cevabım varmış demek ki. belki herzamanki gibi gene soruları yanlış/yanlış soruları soruyorumdur.

posted by hibon
22:41

0 yorum

baykalbaykalbaykalbaykalchpchpchp

Pazartesi, Ağustos 17, 2009


uzun zamandır bir gazete haberi beni böylesine güldürmemişti. tamam başlık biraz indirgemeci olmuş ama chp'nin beyanatları da daha derin ve geniş bir anlam içermiyor zaten. özellikle radikal'in son zamanlarda beni deli eden başlıklarına kıyasla son derece isabetli bir başlık olmuş:

CHP: Avrupa solu sağa kaydı bizi anlamıyor

hamiş: bu arada bir anda yaşadığım yabancılaşmayı ve chp'nin açılımını hatırlamakta güçlük çektiğimi, sonunda da (abd esinli) "cumhuriyetçi halk partisi" olması gerktiğine karar verdiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.

posted by hibon
12:03

0 yorum

frau k

Pazar, Ağustos 16, 2009


Als Hibon eines Morgens aus unruhigen Träumen erwachte, fand sie sich in ihrem Bett zu einem nicht so ganz ungeheueren Ungeziefer verwandelt. Insekt wäre ja eine bessere Beschreibung für sie. Die war sogar eine ziemlich vernünftige Masse eben für einem Insekt.
Nach ein paar mal schaukeln scahffte sie aufzustehen, natürlich nicht in dem Sinne wie ein Mensch auf seine zwei Beine steht. "Na gut", dachte sie, "ich muss wieder ganzen Tag schlaflos rumlaufen." Schlaflos rumfliegen wurde sie eigentlich, aber hatte keine Ahnung noch davon. Als sie versuchte zu gähnen und sich die Arme zu strecken, streckte sie plötzlich ihre bissher geschlossenen Flügeln. Entdeckung dieser neuen Körperteile brachte ihr eine bessere Stimmung. Schlugen die Flügeln ware nicht so einfach wie man es sich vorstellte. "Du bist kein Vogel", sauste sie an ihr selbst.
Aber nach einem kurzen Moment flog sie am Himmel und nach einer langem Flug über den Bergen und das Meer sah sie eine kleine Hütte. An den Füssen des Vaterberges und genau 384,7 m hoch über dem Schmetterlingtal stand die aus dem unbearbeitetem Fichtenholz gebaute Bude. Der Kraft hatte schon länger ihre Flügel verlassen. Sie glitt vom Fenster rein und landete mit einem menschlichen Gewohnheit auf das Bett zu schlafen.
Als der junge Mann kam, machte das Licht nicht auf aber trotzdem fand seinem Weg ins Bett ganz einfach wie ein Fledermaus. Ohne seinen Gast zu sehen schlaf er tief ein und träumte nach einer Stadt in einem anderen Land, welche er noch nie gesehen hat und wo seine Zukunft liegt...

posted by hibon
23:15

0 yorum

işleme

“There's still a feeling that uncensored emotions make a good song. They don't. Pure emotion is just somebody screaming at you, or crying. It doesn't communicate anything. It has to be mediated with some skill and craft, in order to communicate it to a second, a third, or a fourth person. That doesn't make it any less real. And it doesn't make it any less true. But it does mean that, yeah, it's the combination that makes it work. ”, demiş david byrne. klasik müzik de bu anlayışın boku çıkmış hali oluyor sanırım. orada bir de sanat-zanaat ayrımı devreye giriyor ama fazla bulandırmayayım. biraz düz bir okumayla içime bir nebze olsun su serpmedi mi? serpti, serpti...

posted by hibon
08:44

0 yorum

imtihan

Cuma, Ağustos 14, 2009


bugün size sevgiden ve sevginin karşısına dikilen engellerden söz etmek istiyoruz sevgili okurlarımız. sevmek, sevilmek güzel şey. insan her gün ruhunun en derin hareketlerini, aklının en güzel düşüncelerini paylaşabileceği bir sevgili ile karşılaşmıyor. fakat elbette herşey düşündüğünüz kadar pürüssüz ilerlemeyebilir sevginin çalkantılı derin mavi sularında. türlü dertler, türlü engeller çıkabilir karşınıza. işte bunlarla nasıl mücadele edileceğini, bunlara nasıl göğüs gerileceğini öğrenmek, sevginizin muhafayası için üstünüze düşen en büyük görevdir. bu imtihanı geçmenin ilk koşulu da karşılaşabileceğiniz sorunları iyice analiz edip, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşerek herşeye hazırlıklı olmaktan geçer.

varsayalım, sevdiceğiniz ve siz hayatın acımasız rüzgarının savunmasıyla farklı saat dilimlerinde yaşama talihsizliğine uğradınız. araya mesafeler girmiş. hasret bağrınızı yakıyor. modern teknolojinin imkanlarıyla her türlü iletişim aracını kullanıyorsunuz bir nebze olsun huzur bulabilmek için. fakat öyle anlar oluyor ki sevdiceğe ulaşmanın mümkün olmayacağı uzun saatler hatta belki günler giriyor araya. onun ne yaptığını, hangi havayı soluduğunu, neler düşündüğünü bilemiyorsunuz. oysa modern iletişim araçları özellikle de onun ne düşündüğünü anlamanız için gerekli her türlü olanağı sağlıyor fakat farklı koşullar altında modern cihazlar bunu sağlayamadıklarında, sevgilinin aklından geçenlere vakıf olabilmek için biraz daha az modern bir gereç derdinize derman olabilirdi.

1475 yılında ilk yelkovanlı saatin bulunmasından bu yana, birbirinden ayrı düşmüş sevgililerin imdadına yetişen bu gerecin sayesinde söz konusu transandantal ve telepatik bağın kurulmasında en büyük adım ise 1956'da quartz saatlerin bulunması ve dijital ekranların kullanılmaya başlanmasıyla atıldı. böylece bizler bir saatin kadranında saat ve dakikanın bir olup vuslata ermesinin, iki insanın birbirine değer vermesi ve kalplerinin ve akıllarının bir olmasıyla, düşlenebilir en mükemmel simetri haliyle arasındaki bağa vakıf olabildik. burada kasttettiğimiz, akrep ile yelkovanın aynı noktada üstüste binmesi değildir. bu olsa olsa derinliksiz fiziksel aşkın çirkin bir eğretilemesi olurdu. sözkonusu olan elbette saat ve dakikanın, tıpkı kadın ve erkeğin birbirlerinden hem nicelik hem de nitelik bakımından mevcut farklarının aşılması ve matematiğin ilahi düzeninde eşleşmesi gibi bütünleşmesidir. işte bu gerçekleştiğinde tesadüf eseri (eğer tesadüfe inanıyorasnız tabii, yoksa buna ilahi düzen demeyi tercih edebilirsiniz elbette) saatine bakan ve fuzuli ile mevlana gibi maneviyatın büyük isimlerinin yetiştiği topraklarda dünyaya gelen her türk evladı bilir ki sevdiceği onu düşünmektedir. ilahi düzen bizi yalnızca saat ile dakikanın karşılaşmasında sevdiceğin bizi düşündüğünü farketmekle ödüllendirmez, aynı zamanda sevgilinin de bizi düşünmesini sağlar.

hangi kadın sevgilisine "ne düşünüyorsun" sorusunu yönelttiğinde, "seni" cevabını almak istemez ki? peki ya beyler, hanımların aklını kendilerinden başka konulara fazla yormasını isterler mi? burada elbette düşünmekten kastımızın yalnızca olumlu duygu ve düşünceleri, sevgi ifadelerini içerdiğini hatırlatalım. yoksa tatlı aşkın tadı tuzu olan küçük kavgaları, soruya soruyla verilen karşılıkların yarattığı belirsizlikleri ya da bu ilişki nereye gidiyor gibisinden aşkın simetrisini bozan lüzumsuz konuları kastetmiyoruz. belirlediğimiz çerçeve içerisinde kaldığı sürece, bir sevgilinin diğerine verebileceği en büyük hediye ve manevi tatmin elbette onu düşünmesidir.

fakat gelelim asıl sorunumuza. öyle ya, siz sevdiceğinizden yalnızca ayrı kalmaktan değil, farklı saat dilimlerinde yaşamaktan da mustariptiniz. dolayıasıyla sevdicek için saat 22.22 olduğunda sizin için öyle olamayacaktı. burada eminim ki aranızdan, bizlere kimi zaman anlaşmak konusunda büyük dert olan 12 saatlik amerikan sisteminin bir çare olabileceğini düşünenleriniz olacaktır. tıpkı bizim de bu sorunu ilk olarak kafamızda evirip çevirmeye başladığımızda olduğu gibi. işte tam da amerikalıların ante meridiem (am) ve post meridiem (pm) şeklinde 24'e tamamladıkları 12 dilimlik saat sistemleri, bu kıtanın, jeolojik konumunun önemini bildiğimiz ülkemizle karşılaştırıldığında bize 12 saatlik bir fark sağlayabilecek büyüklükte ve boylamlarda yer aldığını ve teorik olarak bu iki etkenin birleşmesiyle sounumuza çözüm sağlayabileceğini biliyoruz. teoride türkiye topraklarında misal saatler 11.11'i gösterirken, bir başka uygun yerde de amerikan saat sitemiyle gecenin 11'i olabilir ve bu sisteme göre düzenlenmiş saat de 11.11'i gösterebilir. ne yazık ki, dört yanımızın düşmanla çevrili olmasına da sebebiyet veren güzel yurdumuzun jeolojik konumu biz zavallı türk evlatlarına beklenmedik yeni bir oyun daha oynamaktadır bu noktada:



boyutları dünyamızın uçsuz bucaksızlığını ve ele avuca sığmaz düzensizliğini yansıtırcasına güncemizin şablonunu delip geçen yukarıdaki şekilde de görebileceğiniz gibi, sevdiceğinizle günün yalnızca 12 saatinde dahi olsa aynı zamansal düzenin birleştiriciliğini tadabileceğiniz (bizim 12 adalarımızla boy ölçüşemeyecek olsalar da fahiş fiyatlarından ötürü yanına yaklaşılamayacak o çerçöp adaları bir yana bırakırsak) tek kayda değer kara parçası olan Alaska topraklarında dahi olması gerken değil, bir önceki saat dilimi kullanılmaktadır ne yazık ki. bu kumpasta şer odağı emperyalist abd'nin parmağı olabilir mi? neden olmasın. buçuklu saat dilimleri bile kullanılırken şu cihanda, koskoca bir saat dilimini, hem de bizim tam da ihtiyaç duyduğumuz dilimi bir mendil parçası gibi buruşturup çöpe atmanın ardında art niyetten başka birşey aramak yersizdir. fakat gelin biz şimdi komplo teorilerini bir yana bırakıp hayatın asıl güzelliği olan konumuza yani sevgi ve aşka geri dönelim ve konumuzu bir sonuca bağlayalalım.

her ne kadar hayat bizlere, gurbet ellerde ayrı düştüğümüz cananımızla saatlerimize gözümüz kaydığında aynı anda, aklımızın en kuytu köşelerine dahi yayılarak aynı şeyi düşünerek ve tüm benliğimizle aynı şeyi hissederek ruhani birlik ve bunun getirdiği iç huzurunu bağışlamayı, hatta bunun en azından belli koşullarda gerçekleşebilme ihtimalini dahi çok görse de biz türk evlatları olarak kurtuluş savaşında yarinin yolunu gözleyen ninelerimizin ve savaş meydanlarında sevdiğini korumak için göğsünü siper eden ve bir tutam saçını koklayarak hasret gideren dedelerimizin torunlarıyız. bugün türk'ün ateşle imtihanı, sevginin muhafazası ve ve manevi vuslatların tüm engellere rağmen bize yol gösterici olabileceği bir ortamda vuku bulmaktadır. Burada damarlarımızdaki asil kana, sevgimizin gücüne ve derin bir analitik zekayla ve manevi güçlerle donatılmış dirayetimize güvenmekten başka sığınağımız olamaz.

posted by hibon
09:58

3 yorum

üzültülmek

Perşembe, Ağustos 13, 2009


üzüleceğim ve üzülmemek için mümkün mertebe ilgilenmeyeceğim şeyler arasında ayrım yapıyorum. mesela afrika'da tecavüze uğrayan kadınlara üzülmemek için konuyla ilgili readerıma düşen yazıları es geçiyorum. içsavaşa üzülüyorum. türkiye'ye üzülüyorum. çevreye nispeten az üzülüyorum. nükleer sanrallere üzülmemeyi tercih ediyorum şimdilik mesela. belki ona da üzülmenin zamanı gelir. ekonomik krize üzülmüyorum hiç. hapisaneye atılan çocuklara üzülüyorum. sulukuleye üzülmemek için konuya hiç bulaşmıyorum. bu böyle tercih yaparak gidiyor. hepsine yetişemem, yeterince içtenlikle üzülemem diyorum. üzüntümün yalama olmasından korkuyorum.

birkaç gün önce, üzüleceğim şeyi seçme hakkım elimden alındı. weimar'ın, sıcak havalarda çeşitli stkların stand kurmak için mevzilendiği noktasından geçerken binmek istediğim otobüse yetişebilecek miyim diye saate bakma ihtiyacıyla karmançorman çantamda telefonumu arıyordum bir yandan yürümeye devam ederek. işte o anda dikkatim dağıldı ve bir stk gönüllüsünün kucağına düştüm. karşımda 16-17 yaşlarında mahçup bir delikanlı vardı ve "bir dakikanızı alabilir miyim" diyordu bana. bense öne eğilmiş, çantanın derinliklerinde telefonumu ararken henüz pozisyonumu bozmamıştım ve o anda çocuğun benden uzun olması ve dik durması, benimse küçülmüş olmam kendiliğinden bir ast-üst ilişkisi doğuruverdi. ben zaten, destek arayan stkcıyı uzakan görüp bahane uydurma sürecini kaçırmıştım ve afallamıştım. kaçış yoktu. ben de biraz sıkıntılı bir şekilde "tabii" derken buldum kendimi. tam o anda almancam kötü kozunu kullanmak geçtiyse de aklımdan, çocuğun mahcubiyetini yarattığı samimi ortamı yalanımla bulandırmamak için bundan ilk 5 saniye içinde vazgeçtim. sonra çocuk üyesi olduğu stk hakkında bilgi vermeye başladı. önce beni fazla üzmeyecek dolayısıyla güvenli bir konu gibi görünüyordu. en azından katılmamak için gerekçelerimin yeterli olacağını düşündüğüm bir gönüllü çalışma ağından söz ediyordu. sonra son projelerini anlatmaya başladı. o noktada hakkikaten söylediği bazı şeyleri anlamadıysam da konunun ölümcül hastalığa yakalanmış çocukların evde bakımlarını sağlanması ve ailelerinin yanında ölebilmesi için gerekli masrafların karşılanması olduğunu anladım. ölen çocuklara ne olduğu umrumda değil demenin pek kimsenin harcı olmamasının yanında benim elimi kolumu bağlayan derinlere gömülü bir etken daha vardı o anda (bkz. gönüllü çalışmada zamanlamanın önemi).

biraz önce jinekoloğumdan çıkmıştım ve doktorum da elime zaten alıp almamakta kararsız olduğum doğum kontrol haplarını tutuşturmuştu. ben yanımda, bir kadın olarak doğanın ve vücudumun bana emrettiği doğurganlığımı öldürmek ve insan syunun devamlılığına ilişkin misyonumu terk etmek üzereyken -içimde bir yerde buna benzer tuhaf bir suçluluk duyuyordum ama bunu ancak konuşmadan sonra otobüse binerken haplar yeniden elime geldiğinde farkettim- bir de zaten ölmekte olan çocuklar vardı karşımda. delikanlı benden bağış yapmamı istiyordu. bense bugüne kadar herhangi bir stkya bağışta blunmamışken, kendi irademle üzülmeyi seçtiğim onca mesele ve bu meselelerle ilgili birşeyler yapmaya çalışan onca kuruluş varken bir anda iradem dışı üzültüldüğüm bir konuya bağış yapma düşüncesini kafamda evirip çeviriyordum. ayrıca bu türden hayırseverlik girişimlerinin yalnızca çok küçük bir alana nüfuz edebilen iyileşmelerle aslında belli sorunların sürekliliğine katkı sağlayıp sağlamadığı sorusu da vardı. vicdani rahatlamanın eylemsizlikle elele gittiği malum. gerçi ben belli şeylere kafa yorarak ve üzülerek dahi her ne kadar bunu kolaylıkla dile getiremesem de gerçekte belli bir vicdani rahatlamaya kavuşmuyor muyumdum zaten? bundan utanç duymam neyi değiştirir? sonucu değil. bu noktada eleştirel bir konuma geçebilmek için .aktivist olmak gerekiyor. dolayısıyla stkcı çocukla konuşmamızda bu ihtimali hem kendi eylemsizliğimin beraberinde getirdiği suçlulukla -herşey bir yana karşımda kendi inandığı şekilde birşeyleri değiştirmek için yaz tatilinde weimar'da stand açmak üzere yollara düşmüş mahcup bir ergen var-, hem de ölen bir çocuk söz konusu olduğunda sistemin devamlılığının sağlanması ya da sağlanmaması gibi bir şeyin geçerliliği olmamasından ötürü ben fazla bir şey söylemeden ama hala "bir broşürünüz var mı" gibisinden birşeyler geveleyerek orada dondum kaldım. "otobüse yetişmem lazım"lar, "ilgilenmiyorum" ya da "almanca bilmiyorum"lar çook geride kalmıştı.

sonunda kendimi aslında bütçemi sarsmayacak, ama gene de benim için önemli bir miktarı bağışlarken buldum. çocuğun mahcubiyeti yerini yapmakta olduğu iyi şeyin sevincine bırakmıştı ama ben bir türlü o hissiyattan bir nebze olsun nasiplenemiyordum. daha ziyade o anda yapmakta olduğum şeyden kaçmak için nasıl da kırk takla attığım geçiyordu aklımdan. hesabımdan çekilecek para için sözleşmeyi imzaladım. çocuk sözleşmeye kendi adını da koyduğunu, dolayısıyla hesabımdan fazla para çekilmesi durumunda onu dava edebileceğimi söylediğinde gülümsedim ama bu hala bir hafiflemeden ziyade süren çaresizliğimi yansıtan bir gülümsemeydi. yanımızdan yöremizden geçen insanların benden çok daha fazla parasının olmasının ya da dünyanın birçok yerinde çocukların hastaneye bile gidemeden ailelerinin yanında ölüyor olmasının bir önemi yoktu. ben üzülmüştüm ama para vermiş olmanın üzüntüme hiç mi hiç faydası yoktu. son olarak standın başında duran diğer üç stkcı kıza dönüp "hibon için bir alkış, bugün çocuklara yardım etti" dediğinde ve kızlar da tezahürat yaparak alkışladığında artık yerin dibine geçmeyi başardığımı zannediyorum. otobüsümü çoktan kaçırmış olmama ve bir sonraki otobüsün gelmesine çok vakit olmasına rağmen çok acelem varmışçasına yarımyamalak vedamı arkamı dönmüş koşar adım uzaklaşmaya başlamışken yaptım ve 20 m ileridek durağın standı görmeyecek bir köşesine yerleştim otobüsü beklemek için.

otobüsün gelmesi yıllar sürdü.

posted by hibon
23:42

0 yorum

barış

Bu yaz beni blog okumaktan mahrum bırakmayan dino'nun bloğunda link verme biçimini çok seviyorum. Son verdiği linkte alıntıladığı bölüme göz attıktan sonra zaten yazının tamamını okumamak mümkün olmazdı. Ama bu aralar nedense mail adresime gelip gelmemekte kararsız davranan bianet bültenlerinde yer alan herşeyi okumuyorsam da, bu yazıyı gözden kaçırmak zor olurdu. Ama ben gene de okumama vesile olduğu için dino'ya teşekkürlerimi sunayım.
Bawer Çakır'ın anlattığı olay bir yandan tüm bu barış süreci konusunda okuduklarım arasında içimi en çok rahatlatan yazılardan biri olurken, başbakanın yazıda da anılan konuşması "Siirtli Kürt"ün aksine beni bir yandan da tedirgin ediyor. İslamın siyasallaşmasının önüne CHP ve ordu eksenli yaklaşımla geçilemeyeceğine dair sağlam inancım, beni çevremdeki bir çok insanla çatışır noktaya taşıdı kimi zaman. Fikrimin değişmediğini de tekar üstüne basarak belirtmeliyim. Ayrıca AKP iktidarının AB reformları sürecinde başlangıçta gösterdiği kararlılık da, motivasyonları ne olursa olsun dikkat çekici ve Türkiye koşullarında insanın elinin tersiyle itemeyeceği bir boyuttaydı. Bu tamahkarlık elbette Türk solunun içinde bulunduğu ve bir türlü sıyrılamadığı dar geçidin beraberinde getirdiği eylemsizliğin de bir sonucu. Ama demokratikleşme adına atılan adım ile demokratik ortamın istismarı arasında ciddi farklar olduğunu düşünüyorum. Ayrıca demokratikleşme sürecinin -elbette adam akıllı- kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, failine de etki etmemesi söz konusu olabilir mi? En azından bu süreçte arkasına aldığı kitlenin ona bağışladığı güçle hareket eden bir siyasi parti, demokratik bir ortam oluşturduktan sonra Türkiye'deki bu türden süreçlerin önünü tıkamakta kullanılan gerekçede hep öne sürüldüğü gibi büyük bir serbestiyle her istediğini yapacak konuma ulaşmış olmaz. Tabi bu da gene kitlenin gerçekten demokratik talepleri olmasına bağlı. Dolayısıyla her kesimde barış ve demokrasi talepleri dile getirilirken Türk solunun, onu bugün bulunduğu çok parçalı yapıya da taşıyan etkenlerden biri olan 'özgürleşme bizim istediğimiz yolla olacak' düsturundan sıyrılıp demokratikleşme sürecinde AKP'ye destek vermesi, bu sürecin şekillenmesinde hem pay hem de hak sahibi olmasını sağlayabilecek tek seçenek.
AB süreci her ne kadar son birkaç senedir ciddi şekilde askıya alındıysa da Türkiye'de gelişen Ergenekon davası ve şimdi de Kürt açılımı gibi süreçler var. Bu aşamada başbakanın zaten AKP'nin Kürt meselesi konusunda uzun zamandır sürdürdüğü anlayışın bir yansıması olan konuşmasının gerçek etkisi şöfşrün "Ben Gürcüyüm. Samsunluyum. Ama elhamdülillah Müslüman'ım. Dilimiz, kimliğimiz farklı olabilir ama hepimiz aynı Allah'a inanmıyor muyuz?" cümlelerinde gerçek yankısını buluyor. Her ne kadar Erdoğan uzun uzun ortak tarhiten ve orak dinden dem vursa da kısacık bir cümleyle dile getirilen ama çok belirleyici olan bir diğer şey de pekçok farklı etnik kimliği her seferinde aynı formülizasyonla ardarda sıralaması. Bu hem en Türk Türkler'i bile rahatlatan bir tavır, hem de diğer etnisitelere dahil olan ama kendini bugüne kadar öncelikle Türk olarak algılamış ve tanıtmış olan insanlara da belli ölçüde daha farklı bir kabul ve aidiyet duygusu bahşediyor. Şöförün ve diğer minibüs yolcularının sözleri bunu destekler nitelikte. Ama alıntıladığım cümlenin bağlanma biçimi, Kürt sorununun çözümünde islamlaştırmanın ne kadar baskın bi etken olarak yer aldığını gösteriyor. Türkiye'nin gerçekten de en önemli sorununun nasıl çözümleneceği konusunda, demokratikleşme sürecinde bence bu kadar etkin rol oynamamış olsa da AKP dolayısıyla hep varolan islami arkaplan Kürt açılımındaki şu haliyle çok daha tedirgin edici. Bence farklı olan, ilkinde aralarında siyasal islamcıların da yer aldığı, demokratik haklardan mahrum kalmış insanlar demokratikleşme sürecinde biraraya gelirken ikincisinde demokratik bir açılımın islami bir çatı altında gerçekleştiriliyor olması ve bunun son derece açık bir şekilde de ortaya konması. Elbette halk da bunu açıkça okuyabiliyor ve kendi görüşü olarak benimsemekte güçlük çekmiyor. Fakat Türklük'ün yerine konan ve TC'nin bölünmez bütünlüğü için yeni bir "harç" olarak kullanlan bu yeni "üst kimlik"in, 30 yılı çok şiddetli olmak üzere tüm cumhuriyet tarihine yayılmış en önemli travmayı çözmesiyle birlikte çok güçlü bir şekilde benimseneceğine inanıyorum.
Barışın sağlanması bu kadar önemliyken, Bawer Çakır'ın da kendinden yola çıkarak dile getirdiği gibi, solun savaş isteyenlere karşı cansiperane laf yetiştirme havasından çıkması, eleştirel konumunu koruyarak bu süreci şekillendirmek için elinden geleni yapması çok önemli. DTP, AKP karşısında yalnız bırakıldığı sürece, yalnızca Kürtler'in değil, ayrıca tüm özgürlükçü (sanki olmayanı sol olabilirmiş gibi) solun karşısında elinin kolunun bağlı kalacağı bir kimliğin oluşumu bu sürece şeklini veren unsur olacak. Türkiye'de Siirtli Kürt'ün minibüste "suç yalnızca dağdakilerin değil" diyebilmesi elbette çok önemli bir aşama. Ama bu aşamaya gelinirken ve daha ileri gidilecekken, yani üzerinde yalnızca kavga edilen bir konu konuşulabilir hale gelmişken ve çözüm üretimlmeye çalışılırken, cumhuriyetin en sarsılmaz miraslarından biri olan konunun gerçekten taraflarınca masaya yatırılmasınaizin vermileden, iktidar tarafından başkalarına alan tanımadan sahiplenilmesi anlayışının bir de AKP'nin elinden geçmesine fırsa tanınmasının ve süreçte etken olmamanın sonuçlarını ciddiye almak gerekiyor.

posted by hibon
09:06

0 yorum

lito

Çarşamba, Ağustos 12, 2009


ey kardeşim homo literatus! acaba en gizli saklı, en mahrem yazılarımız da dahil olmak üzere, hiçbir zaman, hiç kimselerin görmesini asla istemediğimiz bir yazı yazmış mıyızdır şu hayatta? yoksa çocukken tutulan günlükten ilkgençlik buhranlarında sevgiliye gönderilmeyen mektuplara, yazılan her şey günün birinde bizi anlayacak tek ve biricik asli okuyucumuzun ister bizim elimizle, ister tesadüfler ya da gayretler sonucu gizlice yazıya döktüklerimizi görmesi ümidiyle mi yazılmıştır herşey? bence öyledir. ya da benimkiler öyledir de çamurumu sana da bulaştırıyorumdur. Ama elini vicdanına koy da öyle cevapla literatus: asli okuyucun kendin olsan da, düşündüğün anla yazdığın an arasındaki boşluğa dahi gelemeden, çok öncesinde hiç mi sansür uygulamazsın? hiç mi cümlelerini şıklaştırmazsın? yeme beni lito... insanın en az kendi kendine kalabildiği an, yazdığı an. ya da en çok deneyip, en çok mış gibi yapıp, en sağlam çuvalladığı an. her yazının, yazılırken okuyucusunun gölgesiyle karşılaştığı bir an gelir. kurallar ille de yıkılmak için var değillerse bile, yazılmış mahremiyet delinmek için vardır. iki kişinin bildiği ve bir kişinin yazıya döktüğü sır değildir. samimiyet için daha çok çalışmamız lazım lito.

posted by hibon
21:29

0 yorum

çözdüm

hem zamanla hem mekanla sorunu olunca demek insan önce özel, sonra genel görelilik teorisine ordan da kuantum fiziğine sardırabiliyormuş. onu oku bunu izle derken zamanın geçmesi sorunu ortadan kalkıyor kendiliğinden. eh uzay-zaman birse mesafenin de önemi kalmıyor. hayatla ilgili de, zaten elin fotonunun bile ne yapacağı belli olmazken insan ilişkilerinde ihtimaller üzerine kafa yormanın boş olduğu çıkarımını yapıyorum ve hoop kafa yormayı bırakıyorum. her şey tatlıya bağlanıor. insanların neden kuantum olayını bu kadar abarttığını anlamıyorum monşer. bence gayet açık işte herşey. iyi oldu bu işlere el attığım.

posted by hibon
11:22

0 yorum

olgunokur

Pazar, Ağustos 09, 2009


bir okur olarak(virgül) yazarın yazma sürecinde aklından neler geçtiği(virgül) metnin hangi aşamalardan sonra bizim okuduğumuz şeklini aldığı konusunda mebzul miktarda kafa yormuşluğum varsa da aslında hala gerçek anlamda bir fikrim yok(nokta) bu tabi yazar ve yazı yazan ayrımının belirleyici noktalarından biri olan kendine özgü bir yaratım sürecini göz önünde bulunduran ve aslında örtülü olarak bunu çözme hayalinin peşinden koşan bir merak ve akıl yürütme(nokta) fakat kimi zaman yazarın okumasının ardından aldığı haliyle bir metin(virgül) okurun okumasıyla şekillenirken metnin konu edindiği sorunsalla(parantez içinde ünlem)doğrudan ilişkili olmayan(virgül) daha ziyade yazım sürecine ilişkin başka bir takım bilgiler ve ipuçları da verebiliyor(nokta) işte bunlardan bazıları yazarın metnin oluşumunun bir aşamasında gözönünde bulundurduğu şeyleri(nokta altı virgül) kaygıları(virgül) yaratmak istediği etkiye dair hedefleri(virgül) yani aslında klasik yazar(tire)okur ilişkisinin kırılgan inanç dünyasının korunabilmesi için okura çok da yansımaması gereken bir takım unsurları yansıtıyor(nokta) bunu yazarın bir dikkatsizliği ya da beceriksizliği olarak görmek mümkün elbette(nokta) hoş(virgül) yazar(tire)metin(tire)okur üçgenindeki handikapların herbiri gibi bu da aslında yazarın okuruyla kuracağı ilişkide oyuncu bir malzeme olarak kullanılma potansiyelini taşıyor(nokta) hatta ben henüz denk gelmediysem de bu potansiyelin gerçeğe dönüştürülmüş olma ihtimali yüksek(nokta)
çok yaratıcı ve çok zeki olmadan iyi yazılmış bir kitapla karşılaşmanın ve içgüdüsel de olsa eldekinin değerini bilmenin en güzel taraflarından birini Fowles(kesme işareti)un Fransız Teğmenin Kadını(kesme işareti)nı tekrarlayan okumalarımda yaşamış ve orada Fowles'un benimle oynadığı çok aşamalı oyunun katmanlarını her okuyuşumda biraz daha iyi anlamıştım(nokta) örneğin kitapta yazarın okuyucunun gözünde kendi tanrı yazar konumunu baltalayarak modernizm sonrası kırılan okurun yazara tapınmasına kendisi de bir darbe indiriyormuş gibi yapıp(virgül) aslında yeni bir tapınmanın olanaklarını incelikle yaratması benim için ancak üçüncü okumamda açıklık kazandı(nokta) bu örnekte elbette bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu göz önüne sermektir ilkesi geçerli(nokta) dolayısıyla beni bu yazıyı yazmaya ve bu konuda başı sonu belli olmayan cümlelerimi bir de konuyla hiç alakası ve gereği yokken okuruma ithafen parantez içi yazılı noktalama işaretleriyle süslemeye iten kitapta da bu türden bir incelik arıyorum(nokta) söz konusu kitap elbette benim belalı yazarım Orhan Pamuk beyefendinin einden çıkma(iki nokta üstüste) Masumiyet Müzesi(nokta)
Kar(kesme işareti)dan sonra yeniden severek Pamuk okumak hoş bir duygu(nokta) kitapla ilgili yaşadığım yegane sorunsa Pamuk(kesme işareti)un uluslararası bir yazar haline geldikçe geliştirdiği hem kalıcı olma iddiası taşıyan hem de başka dillere çevirilecek metin yazma kaygısının kitaplarına yansıması(nokta) balık hafızalı bir okur olduğum için eski kitaplarından örnek veremiyorum(nokta) fakat Masumiyet Müzesi boyunca müzenin(virgül) dönemin Türkiye koşullarından habersiz gelecekteki mutlu kuşaklardaki ziyaretçisini göz önünde bulundurur açıklamaları tam da bu kaygılarla kitaba eklenmiş olduklarını insanın gözüne sokuyor(nokta) Pamuk gibi becerikli bir yazarın bunun farkında olmadığına inanmakta güçlük çekiyorum(nokta) bana kalırsa bu tür bir kaygıyla hareket etmeyi muhaf kılabilecek iki kılıf var(iki nokta üstüste) birincisi elbete bu kaygıyla hareket ettiğini okura hiçbir şekilde sezdirmeyecek bir el çabukluğuyla hareket etmek(nokta) ikincisi ise yazarın tahtından feragat edip alçakgönüllükle ün ve başarının getirdiği insani kaygılarını kabul eder bir üslupta bunu ortaya koyması(nokta) bu zaten şık bir biçimde yapıldığında tıpkı Fowles için olduğu gibi okurda yazarla daha demokratik bir ilişki kurduğu yanılsamasını yaratıp gene yazarın lehine işleyecektir(nokta) Masumiyet Müzesi örneğinde benim başa çıkamadığım ve Orhan Pamuk söz konusu olduğunda her daim yaşaığım kararsızlıklara eklenen bir yenisi olarak Pamuk(kesme işareti)un(virgül) kaygısını birinci kılıfa uydurmaya çalışırken benim gibi okurlarının gözünde inşallah ikinci kılıfı tercih ediyordur duygusunu yaratacak kadar özensiz davranmış olması ihtimali(nokta) bu noktada yazarın ne yapmak istediğini öğrenme şansım olmadığına göre okur olarak kendime yönelmem daha doğru(noka)
sorunsuz metin beklentisi benim arızalı yaklaşımımın bir parçası mı yoksa da aslında naif bir okur olmanın belirtisi mi(soru işareti) böyle durumlarda kendimi(virgül) çocukluğumda okuduğum her güzel kitabın yazarına duyduğum koşulsuz hayranlığın ve sevginin benzerini ararken yakalıyorum(nokta) oysa çocukken büyülenmek çok daha kolayken yetişkin bir edebiyat okuru olarak yalnızca benim algımın gelişmesiyle değil(virgül) edebiyatın özellikle de son yüzyılda geçirdiği değişimle de ilişkili olarak yazar ve okur arasındaki ilişkinin karmaşıklaşmasıyla belli unsurlarını muhafaza etmek mümkün olmuyor(nokta) belki de olgun bir okur olmak bu durumu kabullenip edebi metinle ilişkiyi yeniden düzenleyebilme becerisiyle ilgili birşeydir(üç nokta yanyana)

posted by hibon
21:32

0 yorum

esdeger

Perşembe, Ağustos 06, 2009


“sigara içmek tüm dünyayı yıkıcı biçimde kendine mal etmenin simgesel eşdeğeridir” diyor Sartre. bir aydir durup durup aklima gelen bu cümlenin üslubundaki etkiye ortak olma niyetiyle yola cikarak ben de söyle sacmaliyorum o zaman:

uyumak, tüm dünyayi uysallikla dislamanin simgesel esdegeridir.

yemek yemek, evrendeki tüm bilinebilir bilgiyi ve tecrübeyi sindirmenin simgesel önkosuludur.

kusana kadar icmek, bilinemezin pesinde kosarken hüsrana ugrayip tüm dünyayi yikici sekilde dissallastirmanin simgeselligiyle öyle pek basedilemeyecek esdegeridir.

sicmak ise dünyayi özümseyerek dissallastirmanin simgesel izdüsümüne tekabül eder.

kabizlik, yaratma sürecinde dünyanin fazla icsellestirilmesinden mütevellit dissallastirilamamasinin (uuu cekoslovakyalilastirmakla kapisir) tipkisinin aynisidir.

sevismek, "ben"in ve "öteki"nin carpisarak dünyalarinin yeniden tanimlanmasi cabasinin en az yikici hali olabilir.

cocuk dogurmak... onun neyin simgesel esdegeri oldugunu anneannem bile biliyor zaten.

kürtaj, kadinin kendi bedeni üzerinden tüm potansiyeli üzerindeki mutlak hakimiyetinin tatbikidir.

aklima baska birsey gelmedi.

posted by hibon
13:46

2 yorum

corrr

Pazartesi, Ağustos 03, 2009


bir uykuya bir de cradle of rome (bundan sonra cor diye geçecek ve yazıldığı gibi okunacaktır) denen o oyun müsvettesine garezim var. uykuyla giriştiğim mücadelede şansım olmadığımdan bir miktar dişleyerek de olsa bükemediğim eli öpüyorum. fakat uykuyla paylaşıldığından çok kıymetli olan zamana musallat cor vücuda gelse, ben de çocukluğumda oynayıp da içimde şiddet duyguları yeşermesin diye kuytulara saklanmasına rağmen her seferinde bulup çıkardığım, ilkgençliğimde evde yanlız kaldığım gecelerde hırsızlara karşı başucumdan ayırmadığım samuray kılıcını iki elimle kavrayıp, "bu anam için, bu teyzem için" nidalarıyla ortalığı birlere, sıfırlara bulamak, dudağımın kenarına yerleştirdiğim "bunun kimin için olduğunu biliyorsun" gülüşüyle (kaşlar çatık) son darbeyi indirmek hayalleri kuruyorum. aç olmamın huysuzluğum üzerindeki etkisinin konuyla ilişkisi olmadığından kayıtlardan çıkartılması arz olunur.

posted by hibon
12:40

0 yorum