hibon blog initiative'in endişe dozu mümkün mertebe azaltılmış yeni şubesi welcome back hizmetinizde.
sıradanlığın keşfi
Pazartesi, Eylül 21, 2009
son üç yılımın buna adandığını söyleyebilirim. gönüllü bir adama değil bu. ama geriye dönüp baktığımda sanki yaptığım herşey, başıma gelen her şey bu çok yalın gerçeği kabullenmek doğrultusunda atılmış adımlar gibi görünüyor. oysa hala becerebilmiş değilim bunu. sadece daha az direniyorum. sanırım ilk ipucunu barda evcilik oynamaya kalkışıp hayali kişiliklerimiz konusunda hayalimizin kırılmasıyla kavrar değilse de gerçek haliyle görür gibi olmuştum. kurmacanın gerçekle cilveleşiği bir an. sonrasında çevremdeki insanlara ve yaşamlarına duyduğum saygı gittikçe arttı. oysa ben eskiden hak eden herkese, hak ettiği saygıyı, göstermesem de duyduğumdan emindim. belki de saygı anlayışımda karşımdakini istemsizce kendimle kıyaslamam benim sakatlığımdır. ama ortalamanın çizgisi herkes gibi benim de altımdan geçiyordu ve bu çizginin altında kalan çok insan vardı o zamanlar. şimdi ortalama ne demek onu bile bilmiyorum. benim neresinde kaldığımın pek bir önemi yok. bu bir anlamda evcilleşmenin sıradanlığını özlemekle de ilgili olabilir. buğday başaklarına bakmak şanslı olan herkese birini hatırlatır. ama başka birini. gene de birleştirici bir hal. hiç beklenmedik uzlaşmalara zemin hazırlayabiliyor. okulun tuvaletinde hiç tanımadığım, ya da tanımak istemediğim insanlarla sigara paylaşmak gibi. belki de ta o zaman başlamıştı, bilmiyorum. bir de konserve yapıp satarak yaşamak istemek mümkün mesela. bu hiç sıradan olmayan bir insandan duyduğum anda bana gene karşımdakini tüm diğer insanlardan ayıran olağanüsü bir istek gibi gelmişti. isteğin gerçek doğasını kavramaktan ne kadar uzak bir algılama biçimi. o zaman beni sıradan kılan her şey gibi, bunu bu doğruluda bir talep olarak görmek de bünyemin kaldıramayacağı bir şeydi sanırım. hala midemde isyan kıpırtıları oluyor. aykırılığa duyduğum imrenme gene de beni en sıradan kılan şeylerden biri. o yüzden onu da bağrıma basıyorum. kim bilir, 15'imdeyken 30'uma geldiğimde bulmayı umduğum huzur (şu andaki haliyle huzura benzetmek için biraz rötuşlamak gerek gerçi) bunun gibi bir şeydir. o zamanlar yenilgi olarak yorumlayacağım bir şey.
opak
bir roman yazsam görünürdeki antikahramanım ya da anlatıcım erkek olurdu, onu farkettim dün gece. dolayımsız bir kadın ana karakter oluşturmak nedense fazlasıyla birşeyleri açık etmek ya da kendini yansıtmaya çalışmak olacakmış gibi geliyor. bir kadın olarak kadının ağzından/aklından döküleceklerin östrojen zehirlenmesine sebep olabileceğini hissediyorum. öte yandan, zaten roman geleneği bize erkek karakter yaratımı konusunda daha çok olanak sağlıyor. hatta kadın karakterlerin anlatımı bile büyük ölçüde erkek gözüyle şekillenmiş durumda mevcut literatürde. az sayıda kadın yazar okuyorum, belki bu şekilde düşünmemin nedeni budur. ama okuduğum ve sevdiğim kadın yazarlarda da erkek bakışı hep bir ayna olarak, kadın karakterin bize ulaşan imgesini dolayımlayan araç olarak kullanılıyor genelleme yapınca. bir kadının kendine bakışı gerçek hayatta da erkeğin onu görme biçiminden bağımsız gelişemiyor zaten. ışık kadına çarpıp yansıdığı andan itibaren gören ya da görme potansiyeli olan erkeğin gözünün filtresinden geçmeden bir görüntüye dönüşemiyor sanki. erkekler kadınları anlamamaktan muzdaripken kadınlar da ümitsizce bir erkeğin onları anlaması ve kendilerini tanımlayabilme fırsatının doğması üzerine kuruyorlar hayatlarını sanki. işte belki bu yüzden erkek yazarlarımın yarattığı kadın karakterleri, romanın baş kişisi olduğunda hayranlıkla okuyor ve bir anlamda daha rahat özdeşleşebiliyorum. bir kadın yazarın romanına erkek perspektifini çok iyi yerleştirmesi gerekirken erkek yazar zaten doğrudan kendi perspektifi sunuyor bana. kadın yazarın karşısına çıkan güçlük, kadın karakter için aracı kıldığı erkeği, gerçek bir perspektif sahibi yapabilmesi için o aracı konumdan bir anlamda çıkartabilmesi gerekliliği. bir kadını yansıtmak üzere çevresine ördüğü erkek-aynalar gerçeklikten çok uzak olabiliyor. kadın yazarın elinden çıkma bir erkek kendi merkezinde kalıp dünyayı anlamaya çalıştığında daha gerçek bir karaktere dönüşebilirken bir kadını anlama aracı olduğu anda fazlasıyla plastik bir hal alıyor. ama ben gene de bir erkeğin plastik ve opak gözünün içinden baktığım bir kadını anlatan hayali bir roman kuruyorum kafamda. kadınıma bir tür fotoşop. östrojen zehirlenmesinin niyette sınırlandırılması ve kendini anlatma çabasının bir nebze perdelenmesi. kimi kandıracaksam. allahtan asla bir roman yazamayacağımı biliyorum da burdan atıp tutması kolay oluyor.
hafıza
Pazar, Ağustos 30, 2009
ne zaman, hangi kitabı okurken başıma gelmişti onu hatırlamıyorum ama bu ilk defa olmuyor. kitabın ilk 20-25 sayfasını okurken içimi belli bir tanışlık, aşinalık duygusu kaplıyor önce. sonra aşinalık yerini şüpheye bırakıyor takip eden 10 sayfa boyunca. bir noktada kaçınılmaz olarak kitabı daha önce okuduğumu fark ediyorum. emin olamıyorum a da hafızamın zayıflığına ikna olmak istemiyorum ama durum net bi şekilde ortada. oysa kitabı bir ay önce kitapçıdan almışım. ne zaman okudum ve kimin kitabını okudum öyleyse? cevabı bulamıyorum. sadece o da değil, kitabı okuduğumdan neredeyse eminim artık ama bir sonraki sayfada ya da genel olaylar dizisinde neyin nasıl gelişeceği konusunda da en ufak bir fikrim yok. kitabın öncesizliği, beni şimdiki okuma anına iyice bağlıyor. kaçışıma da çok uygun düşen bir ruh hali bu. düşünmek istemediğim şeyi unutabileceğimi vadeden bir işaret. zayıflığımın bana kattığı bir güç ve önüme serdiği olanaklar. şu andan kurtulup sadece kitabın şimdisinde kaybolmak istiyorum.
göz
Perşembe, Ağustos 27, 2009
anlaşılmak zor zanaat. anlaşılam ihtiyacını dile getirmek daha da zor. hele ki bunu blog gibi başkalarının da okuyabileceği bir yerde kendini çok açık etmeden bu başkalarının pek de anlamayacağı şekilde yapmaya çabalamak. bu gene de karşı konulması güç bir eğilim. ne de olsa ima edilen şeyi anlayacak en az bir kişi hep var. ya da anlamasa da sorabilecek ve sorusuna cevap alabilecek biri ya da birileri. geriye de anlamayacak ve meraklandıklarıyla kalacak bir insanlar topluluğu kalıyor. ama gene de sempati duyabilir ve bilmedikleri mesele her neyse onun çözümlenmesi içtenlikle dileyebilirler. belki bunun için benim okuduğum ve kişisellikten tamamen uzak olmayan blog yazarlarının, benim için üstü kapalı ve anlaşılmaz olan ama aslında birilerinin anlaması için yazdıkları zamanlar oluyor. anlaması gereken kişi, kişisel olduğu su götürmez derdini başkalarının görüşüne kısmen açarak ya da varlığını yazılı ortamda onaylayarak bir anlamda okurlarının anlama çabalarının da desteğiyle, başka gözlerin ne gördüklerini aslında bilmeyen görüşleriyle bir tür kavrayışa ulaşmaya çalışan yazarın kendisi de olabilir. ya da bu ne gördüğünden bihaber görüşlerin arasında gördüğünden haberdar olan ve zaten olması gereken kişi ve kişilere konumlarının farklılığını hissettirerek "o kim olduğunu biliyor" demenin bir yolu bu. ama bir anlık bir refleks olmadığına inanıyorum. ardında güçlü bir anlaşılma ve birşeyler anlatma ihtiyacı olmadan bir derdin iması dahi zor.