üzüleceğim ve üzülmemek için mümkün mertebe ilgilenmeyeceğim şeyler arasında ayrım yapıyorum. mesela afrika'da tecavüze uğrayan kadınlara üzülmemek için konuyla ilgili readerıma düşen yazıları es geçiyorum. içsavaşa üzülüyorum. türkiye'ye üzülüyorum. çevreye nispeten az üzülüyorum. nükleer sanrallere üzülmemeyi tercih ediyorum şimdilik mesela. belki ona da üzülmenin zamanı gelir. ekonomik krize üzülmüyorum hiç. hapisaneye atılan çocuklara üzülüyorum. sulukuleye üzülmemek için konuya hiç bulaşmıyorum. bu böyle tercih yaparak gidiyor. hepsine yetişemem, yeterince içtenlikle üzülemem diyorum. üzüntümün yalama olmasından korkuyorum.
birkaç gün önce, üzüleceğim şeyi seçme hakkım elimden alındı. weimar'ın, sıcak havalarda çeşitli stkların stand kurmak için mevzilendiği noktasından geçerken binmek istediğim otobüse yetişebilecek miyim diye saate bakma ihtiyacıyla karmançorman çantamda telefonumu arıyordum bir yandan yürümeye devam ederek. işte o anda dikkatim dağıldı ve bir stk gönüllüsünün kucağına düştüm. karşımda 16-17 yaşlarında mahçup bir delikanlı vardı ve "bir dakikanızı alabilir miyim" diyordu bana. bense öne eğilmiş, çantanın derinliklerinde telefonumu ararken henüz pozisyonumu bozmamıştım ve o anda çocuğun benden uzun olması ve dik durması, benimse küçülmüş olmam kendiliğinden bir ast-üst ilişkisi doğuruverdi. ben zaten, destek arayan stkcıyı uzakan görüp bahane uydurma sürecini kaçırmıştım ve afallamıştım. kaçış yoktu. ben de biraz sıkıntılı bir şekilde "tabii" derken buldum kendimi. tam o anda almancam kötü kozunu kullanmak geçtiyse de aklımdan, çocuğun mahcubiyetini yarattığı samimi ortamı yalanımla bulandırmamak için bundan ilk 5 saniye içinde vazgeçtim. sonra çocuk üyesi olduğu stk hakkında bilgi vermeye başladı. önce beni fazla üzmeyecek dolayısıyla güvenli bir konu gibi görünüyordu. en azından katılmamak için gerekçelerimin yeterli olacağını düşündüğüm bir gönüllü çalışma ağından söz ediyordu. sonra son projelerini anlatmaya başladı. o noktada hakkikaten söylediği bazı şeyleri anlamadıysam da konunun ölümcül hastalığa yakalanmış çocukların evde bakımlarını sağlanması ve ailelerinin yanında ölebilmesi için gerekli masrafların karşılanması olduğunu anladım. ölen çocuklara ne olduğu umrumda değil demenin pek kimsenin harcı olmamasının yanında benim elimi kolumu bağlayan derinlere gömülü bir etken daha vardı o anda (bkz. gönüllü çalışmada zamanlamanın önemi).
biraz önce jinekoloğumdan çıkmıştım ve doktorum da elime zaten alıp almamakta kararsız olduğum doğum kontrol haplarını tutuşturmuştu. ben yanımda, bir kadın olarak doğanın ve vücudumun bana emrettiği doğurganlığımı öldürmek ve insan syunun devamlılığına ilişkin misyonumu terk etmek üzereyken -içimde bir yerde buna benzer tuhaf bir suçluluk duyuyordum ama bunu ancak konuşmadan sonra otobüse binerken haplar yeniden elime geldiğinde farkettim- bir de zaten ölmekte olan çocuklar vardı karşımda. delikanlı benden bağış yapmamı istiyordu. bense bugüne kadar herhangi bir stkya bağışta blunmamışken, kendi irademle üzülmeyi seçtiğim onca mesele ve bu meselelerle ilgili birşeyler yapmaya çalışan onca kuruluş varken bir anda iradem dışı üzültüldüğüm bir konuya bağış yapma düşüncesini kafamda evirip çeviriyordum. ayrıca bu türden hayırseverlik girişimlerinin yalnızca çok küçük bir alana nüfuz edebilen iyileşmelerle aslında belli sorunların sürekliliğine katkı sağlayıp sağlamadığı sorusu da vardı. vicdani rahatlamanın eylemsizlikle elele gittiği malum. gerçi ben belli şeylere kafa yorarak ve üzülerek dahi her ne kadar bunu kolaylıkla dile getiremesem de gerçekte belli bir vicdani rahatlamaya kavuşmuyor muyumdum zaten? bundan utanç duymam neyi değiştirir? sonucu değil. bu noktada eleştirel bir konuma geçebilmek için .aktivist olmak gerekiyor. dolayısıyla stkcı çocukla konuşmamızda bu ihtimali hem kendi eylemsizliğimin beraberinde getirdiği suçlulukla -herşey bir yana karşımda kendi inandığı şekilde birşeyleri değiştirmek için yaz tatilinde weimar'da stand açmak üzere yollara düşmüş mahcup bir ergen var-, hem de ölen bir çocuk söz konusu olduğunda sistemin devamlılığının sağlanması ya da sağlanmaması gibi bir şeyin geçerliliği olmamasından ötürü ben fazla bir şey söylemeden ama hala "bir broşürünüz var mı" gibisinden birşeyler geveleyerek orada dondum kaldım. "otobüse yetişmem lazım"lar, "ilgilenmiyorum" ya da "almanca bilmiyorum"lar çook geride kalmıştı.
sonunda kendimi aslında bütçemi sarsmayacak, ama gene de benim için önemli bir miktarı bağışlarken buldum. çocuğun mahcubiyeti yerini yapmakta olduğu iyi şeyin sevincine bırakmıştı ama ben bir türlü o hissiyattan bir nebze olsun nasiplenemiyordum. daha ziyade o anda yapmakta olduğum şeyden kaçmak için nasıl da kırk takla attığım geçiyordu aklımdan. hesabımdan çekilecek para için sözleşmeyi imzaladım. çocuk sözleşmeye kendi adını da koyduğunu, dolayısıyla hesabımdan fazla para çekilmesi durumunda onu dava edebileceğimi söylediğinde gülümsedim ama bu hala bir hafiflemeden ziyade süren çaresizliğimi yansıtan bir gülümsemeydi. yanımızdan yöremizden geçen insanların benden çok daha fazla parasının olmasının ya da dünyanın birçok yerinde çocukların hastaneye bile gidemeden ailelerinin yanında ölüyor olmasının bir önemi yoktu. ben üzülmüştüm ama para vermiş olmanın üzüntüme hiç mi hiç faydası yoktu. son olarak standın başında duran diğer üç stkcı kıza dönüp "hibon için bir alkış, bugün çocuklara yardım etti" dediğinde ve kızlar da tezahürat yaparak alkışladığında artık yerin dibine geçmeyi başardığımı zannediyorum. otobüsümü çoktan kaçırmış olmama ve bir sonraki otobüsün gelmesine çok vakit olmasına rağmen çok acelem varmışçasına yarımyamalak vedamı arkamı dönmüş koşar adım uzaklaşmaya başlamışken yaptım ve 20 m ileridek durağın standı görmeyecek bir köşesine yerleştim otobüsü beklemek için.
otobüsün gelmesi yıllar sürdü.
birkaç gün önce, üzüleceğim şeyi seçme hakkım elimden alındı. weimar'ın, sıcak havalarda çeşitli stkların stand kurmak için mevzilendiği noktasından geçerken binmek istediğim otobüse yetişebilecek miyim diye saate bakma ihtiyacıyla karmançorman çantamda telefonumu arıyordum bir yandan yürümeye devam ederek. işte o anda dikkatim dağıldı ve bir stk gönüllüsünün kucağına düştüm. karşımda 16-17 yaşlarında mahçup bir delikanlı vardı ve "bir dakikanızı alabilir miyim" diyordu bana. bense öne eğilmiş, çantanın derinliklerinde telefonumu ararken henüz pozisyonumu bozmamıştım ve o anda çocuğun benden uzun olması ve dik durması, benimse küçülmüş olmam kendiliğinden bir ast-üst ilişkisi doğuruverdi. ben zaten, destek arayan stkcıyı uzakan görüp bahane uydurma sürecini kaçırmıştım ve afallamıştım. kaçış yoktu. ben de biraz sıkıntılı bir şekilde "tabii" derken buldum kendimi. tam o anda almancam kötü kozunu kullanmak geçtiyse de aklımdan, çocuğun mahcubiyetini yarattığı samimi ortamı yalanımla bulandırmamak için bundan ilk 5 saniye içinde vazgeçtim. sonra çocuk üyesi olduğu stk hakkında bilgi vermeye başladı. önce beni fazla üzmeyecek dolayısıyla güvenli bir konu gibi görünüyordu. en azından katılmamak için gerekçelerimin yeterli olacağını düşündüğüm bir gönüllü çalışma ağından söz ediyordu. sonra son projelerini anlatmaya başladı. o noktada hakkikaten söylediği bazı şeyleri anlamadıysam da konunun ölümcül hastalığa yakalanmış çocukların evde bakımlarını sağlanması ve ailelerinin yanında ölebilmesi için gerekli masrafların karşılanması olduğunu anladım. ölen çocuklara ne olduğu umrumda değil demenin pek kimsenin harcı olmamasının yanında benim elimi kolumu bağlayan derinlere gömülü bir etken daha vardı o anda (bkz. gönüllü çalışmada zamanlamanın önemi).
biraz önce jinekoloğumdan çıkmıştım ve doktorum da elime zaten alıp almamakta kararsız olduğum doğum kontrol haplarını tutuşturmuştu. ben yanımda, bir kadın olarak doğanın ve vücudumun bana emrettiği doğurganlığımı öldürmek ve insan syunun devamlılığına ilişkin misyonumu terk etmek üzereyken -içimde bir yerde buna benzer tuhaf bir suçluluk duyuyordum ama bunu ancak konuşmadan sonra otobüse binerken haplar yeniden elime geldiğinde farkettim- bir de zaten ölmekte olan çocuklar vardı karşımda. delikanlı benden bağış yapmamı istiyordu. bense bugüne kadar herhangi bir stkya bağışta blunmamışken, kendi irademle üzülmeyi seçtiğim onca mesele ve bu meselelerle ilgili birşeyler yapmaya çalışan onca kuruluş varken bir anda iradem dışı üzültüldüğüm bir konuya bağış yapma düşüncesini kafamda evirip çeviriyordum. ayrıca bu türden hayırseverlik girişimlerinin yalnızca çok küçük bir alana nüfuz edebilen iyileşmelerle aslında belli sorunların sürekliliğine katkı sağlayıp sağlamadığı sorusu da vardı. vicdani rahatlamanın eylemsizlikle elele gittiği malum. gerçi ben belli şeylere kafa yorarak ve üzülerek dahi her ne kadar bunu kolaylıkla dile getiremesem de gerçekte belli bir vicdani rahatlamaya kavuşmuyor muyumdum zaten? bundan utanç duymam neyi değiştirir? sonucu değil. bu noktada eleştirel bir konuma geçebilmek için .aktivist olmak gerekiyor. dolayısıyla stkcı çocukla konuşmamızda bu ihtimali hem kendi eylemsizliğimin beraberinde getirdiği suçlulukla -herşey bir yana karşımda kendi inandığı şekilde birşeyleri değiştirmek için yaz tatilinde weimar'da stand açmak üzere yollara düşmüş mahcup bir ergen var-, hem de ölen bir çocuk söz konusu olduğunda sistemin devamlılığının sağlanması ya da sağlanmaması gibi bir şeyin geçerliliği olmamasından ötürü ben fazla bir şey söylemeden ama hala "bir broşürünüz var mı" gibisinden birşeyler geveleyerek orada dondum kaldım. "otobüse yetişmem lazım"lar, "ilgilenmiyorum" ya da "almanca bilmiyorum"lar çook geride kalmıştı.
sonunda kendimi aslında bütçemi sarsmayacak, ama gene de benim için önemli bir miktarı bağışlarken buldum. çocuğun mahcubiyeti yerini yapmakta olduğu iyi şeyin sevincine bırakmıştı ama ben bir türlü o hissiyattan bir nebze olsun nasiplenemiyordum. daha ziyade o anda yapmakta olduğum şeyden kaçmak için nasıl da kırk takla attığım geçiyordu aklımdan. hesabımdan çekilecek para için sözleşmeyi imzaladım. çocuk sözleşmeye kendi adını da koyduğunu, dolayısıyla hesabımdan fazla para çekilmesi durumunda onu dava edebileceğimi söylediğinde gülümsedim ama bu hala bir hafiflemeden ziyade süren çaresizliğimi yansıtan bir gülümsemeydi. yanımızdan yöremizden geçen insanların benden çok daha fazla parasının olmasının ya da dünyanın birçok yerinde çocukların hastaneye bile gidemeden ailelerinin yanında ölüyor olmasının bir önemi yoktu. ben üzülmüştüm ama para vermiş olmanın üzüntüme hiç mi hiç faydası yoktu. son olarak standın başında duran diğer üç stkcı kıza dönüp "hibon için bir alkış, bugün çocuklara yardım etti" dediğinde ve kızlar da tezahürat yaparak alkışladığında artık yerin dibine geçmeyi başardığımı zannediyorum. otobüsümü çoktan kaçırmış olmama ve bir sonraki otobüsün gelmesine çok vakit olmasına rağmen çok acelem varmışçasına yarımyamalak vedamı arkamı dönmüş koşar adım uzaklaşmaya başlamışken yaptım ve 20 m ileridek durağın standı görmeyecek bir köşesine yerleştim otobüsü beklemek için.
otobüsün gelmesi yıllar sürdü.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home